Otistik bir bireyin kendi hayatını yazdığı Gunilla Gerland ‘gerçek bir insan ‘ adlı kitabında duyusal ihtiyaçlarını ve neler hissettiğini sizinle paylaşmak istedim:
Onlara ait olmama duygusunu ben seçmemiştim. Sadece, kendimi onlara ait hissedemiyorum.Bu durumu değiştirmem mümkün değildi ve ben nasıl insan olunacağını bilmiyordum.İçimde bir üzüntü vardı.Neden bana hep kızıyorlardı? Neden anlamıyorlardı?
Sürekli, çiğnemeden yutulabilecek yemekleri istiyordum ve farklı yemeklere ihtiyaç duymadan hep aynı yemekleri tercih ediyordum. Annemin her yolu deneyerek bana başka yemekler yedirmek istemesine rağmen ben, uzun zaman zarı soyulmuş sosisle çikolatalı puding yemekte ısrar ettim. Ama birdenbire başka bir yemeği yemek isteyebiliyordum; örneğin bir dönem beş yaşlarındayken ciğer ezmesi ve erik yemiştim. O zaman diğer bütün yiyecekleri yemeye karşı geldim ve büyüklerimi her zaman olduğu gibi yine bir şey yapmadı.
Aynı yemeği yemek hiç de sıkıcı değildi zaten biraz sıkıcı da olsa bilmediğim yemekleri karşıma çıkarabileceği hayati tehlikeyle karşılaştırılamazdı. Dişlerim çok duyarlıydı ve bazı yemeklerin kıvamı ağzımda acayip bir duygu yarattığı gibi bütün bedenimde korkunç bir duygu uyandırıyordu. Bilmediğim yemek çeşitleriyle başıma kim bilir neler gelecekti? Onun için zarsız olduğunu bildiğim sosis ve çikolatalı puding yemek ara sıra sıkıcı gelse bile, sıkıntıma değiyordu.
Yemek hakkında bazen anlamadığım şeyler söyleniyordu. Beni iyice aptala çeviren bu sözler, o yemeğin tadına bakmam için beni heveslendirmiyordu. O zaman bana neden kızdıklarını anlamak, tabi ki kolaylaşıyordu.
– Yemek seni ısırmaz, deyip gülüşüyorlardı.
Ama onlar bundan ne anlar?
Dişlerimin yemekle temas eden kısımları, bazen tıpkı cereyan çarpmış gibi duyarlı oluyordu ve sanki ensemde duyguların toplandığı bir yere bağlanmışlardı. Bu duygu dayanılamayacak derecede olduğunda, beni ancak bir şeyi ısırmak sakinleştiriyordu. Isırdığım şey dişlerime öyle bir kuvvetle karşı koymalıydı ki, ağzımın her tarafında aynı basıncı hissetmeliydim. En iyi ısırılacak şey insan etiydi. Neden bilmiyorum ama dişlerimi birine, birinin koluna geçirmek istiyordum. Bunun benim için sadece gereksinme olduğunu hissediyordum.
İnsanları ısırmaktan hoşlanıyordum ve birkaç kez de ablamdan onu ısırmak içinde izin aldım. Ama genellikle, yumuşak plastikten yapılmış bebekliğimden kalma diş kaşıma halkamla, oyuncak ve mobilyalarla yetinmek zorundaydım. Dişlerimde o korkunç duyguyu hissettiğim zaman, en yakınımda ne varsa onu ısırıyordum. (Ağız masajının ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor.)
Davranışlarım, çevredekilerin gözünde anlaşılmaz davranışlardı. Sürekli değişik şeylere dokunuyor, şişelerin ağzını veya altını, koltukların kol dayanan yerlerini, kapı tokmaklarını elliyor ve avucumla eğit tırabzanı okşuyordum. Gereksinme duyduğum eğilmiş şeyleri ihtiva eden her şeye mutlaka dokunmalıydım. Ama çevremde hiç kimse dokunmamı gerektiren bu ortak özelliğin eğiklik olduğunu sezmedi; onlara göre bir sürü acayip ve rahatsız edici davranışlarım vardı. Davranışlarımın acayip ve rahatsız edici olduğunu bilmiyordum. Bildiğim tek şey, yapmak mecburiyetinde olmamdı ve bu benim için hayati bir mecburiyetti. Bütün bunlar çevremdekilerin gözünde hiçbir değer taşımıyordu.
Başka özelliklerimde vardı. Bir tanesi, hani ne denir, lokmaları çiğnemeye karşı isteksizlikti. Yediğimi olduğu gibi yutup daha kolay inmesi için üstüne süt içiyordum. Oysa bu yapılması yasak bir şeydi.
– Lokmalarını iyice çiğne! Dediğimi yap!
Hiç kimse benim gerçekten çiğneme zorluğum olabileceğini düşünmemişti. Ama ben çenemi iyi yönetemiyordum ki? Her şeyden önce, hareket etmek bana yorucu geliyordu, çünkü yaptığım her şeyi yapabilmem için düşünmem gerekiyordu. Bedenimin yapacağı bütün hareketleri düşünerek sürekli kumanda etmek zorundaydım. Bütün olarak lokmaları yutmak varken, lokmaları çiğnemeyen bu kadar çaba göstermenin ne önemi olduğunu kavrayamıyordum. B bana herhangi birinin, hem koşup hem de bardaktan su içerek su ihtiyacını karşılayacaksın demesi kadar saçma görünüyordu. İstediğimi yediğim ve hiç kimsenin bana karışmadığı zaman en iyi olacaktı. Bana dokunmamalarını istiyordum.
Ama tembelliği ve karşı gelmeyi önleyici yöntemler vardı. Babamın da kendine özgü böyle bir yöntemi vardı.
– Yemeği çiğne! Güzel otur! Şimdi beni dinle! Her lokmada süt içme! Çatal ve bıçak kullan! Beni duyuyor musun? Lokmaları çiğne! Dediğimi yap!
– Görgü kurallarını öğrenmen gerek. Yutmadan önce lokmayı çiğne.
– Dediğimi duyuyor musun sen?
Ve annemin yöntemi, o yorgun yöntemi…
-Kendi haline bırak çocuğu…
Babamın benden ne yapmamı istediğini tam olarak anlayamıyordum. Çiğne? Peki ama nasıl? Çiğniyorum ya işte!
Büyüklerin ne söylediğini anlamadığım zaman aldırmıyor, onlara itaat etmiyordum. Ama içimden üzülüyordum çünkü onlar beni şımarık ve tembel görüyorlardı; ben de onların haklı olduğunu sanıyordum.
Bedenimin en duyarlı yerlerinden biri dişlerimdi, bedenimin dışındaki duyarlılığım yok denecek kadar azdı. Beynime şu anda “şöyle veya böyle oluyor” gibi gönderilen bilgile bulanık ulaşıyordu. Bedenimin neresinde, ne hissettiğimi anlamam içim bedenime bakma gereği duyuyordum. Başımdan uzaklaştıkça da duyarlılığım azalıyordu. Beden haritamda ayaklarım beyaz bir leke olmuştu. Aslında yumuşak dokunuşlara karşı çok hassas olmama rağmen, birçok kişinin ayaklarından gıdıklandığı gibi gıdıklanmıyordum.
En duyarsız yerim tabanlarımdı ve gıdıklanırken belli belirsiz bir his duyduğum için hoşuma bile gidiyordu. Ayağımın altının bir ot parçasıyla gıdıklanması kabul edebildiğim tek şeydi. Bana ıstırap vermeyen tek duygu buydu.
Başka çocuklarla karşılaştırıldığımda, bazı durumlarda onlar gibi olduğum halde, çoğu zaman onların tam tersi olabiliyordum. Benden yapmamı bekledikleri bazı şeyleri hiç yapamıyor veya bir gün yapabildiğim halde ertesi gün yapamayabiliyordum, ama bu çok saçma bir şeydi ve saçma görünen bu şey yüzünden de dırıltı çıkıyordu. Bunları uyduruyor veya üzerime ilgi çekmek istiyormuşum gibi algılanıyordum. Tembel ve asiydim. Bu, çok açık bir şeydi. Annem ve babam böyle düşünüyorlardı; çünkü onlar, insanın nasıl olması gerektiğinin evrensel formunun ölçüsünü bildiklerinden emindiler.
Bebekliğimde başparmağımı emmediğim gibi emzikte kullanmadım. Buna karşılık ayaklarımı ağzıma sokuyordum. Bedenim öylesine esnekti ki, kendimi hemen hemen istediğim her şekle sokabiliyordum. Ayak başparmağım ağzımda veya bacaklarım dışa bükük olarak sadece ve sadece yerde oturuyor, iskemleye güvenemiyordum. Bir yerde durup bir şey yapmadığım zaman elimi bütünüyle ağzıma sokuyordum. Bazen öteki elimle de karnımı bastırıyordum. Ensemde ve omuriliğimde duyduğum o korkunç duyguyu böylece durdurmaya çalışıyor, iki taraftan bastırarak sıkıntımın büyümesini ve benden daha büyük olmasını engellemek istiyordum. O zaman bana, tuvalete gitmemi söylüyorlardı. Neden tuvalete gidecekmişim bir türlü anlayamıyordum, çişim gelmemişti ki. Karşı çıkmamın faydası yoktu; çünkü onlar, bal gibi de çişimin geldiğini biliyorlardı.
Büyüklerin gülüp kahkaha atmalarından hoşlanmıyordum. Bu durum aniden ortaya çıkıyordu ve korkunçtu. Kocaman ağızlar hiç ikaz etmeden açılıyor, sanki yüzler patlıyordu. Aniden bir sürü diş ve yüksek ses. Buna karşılık gülümsemeleri daha iyi bir duygu veriyordu, güvenimi sarssa bile gülümsemeleri daha yavaştı.
Büyüme çağında, omurgamda sürekli bir ürperti yaşadım. Bazı dönemlerde bu ürperti daha kötüleşirken, diğer zamanlarda dayanılacak derecede olabiliyordu. Bu öyle bir duyguydu ki hani hapşırmanın, tam önceki saniyesinde duruverip omuriliğine takılı kalması ve orada sonsuzluğa kadar kalacak hissi vermesi gibiydi. Hapşırma hissini duyunca, bedenimin hapşırma isteğini, Richter ölçeğine kaydolması gereken gerçek olmayan ürpertilerin ortaya çıkması şeklinde algılıyordum. Bu duygu, sonsuza dek sürüyordu. Buna biraz alışmıştım, sürekli işkence olan bu duyguyu kendi buluşlarımla biraz dindirebilsem de tamamen yok edemiyordum.
Sanki omurgamda soğuk bir çelik hissediyordum. Metal parmakların usulca trampet çalıp gıdıklarcasına hissettirdiği sert ve aynı zamanda akıcı bir duyguydu bu. Yukarı çıkıyor ve sonra kuyruk sokumuna kadar aşağı iniyordu. Sanki omurgama keskin mandallar takılıyor ve omurgamın içinde gazoz köpürüyordu. Buz gibi bir sıcaklık ve ateş gibi bir soğukluk! Bu, taş tahtaya tebeşirle yazarken çıkan sesin, sessiz ve yoğun bir duygu halinde enseme yerleşmesiydi. Daima esneme yerleşiyordu. Ensemdeki metalik ses kulaklarımda çınlarken, birisi eğer oraya dokunursa, bu duygu kollarıma iniyor, dirseklerime yerleşiyor ve hiç tükenmiyordu. Hiç ama hiç tükenmiyordu.
Bunları kimseye anlatamıyordum. Bundan başka şekilde olabileceğini bilmediğim gibi çektiğim acıyı anlatacak kelimelerimde yoktu. Böyle kelimeler yoktu. Aslında bu duruma alışmıştım, ama daha kötü olduğunda i basınç fazlalaştığında bir şey yapmam gerekiyordu. Ellerimi ovuşturmak işe yaradığı gibi sırtımı ve ensemi duvara sertçe dayamam da acımın dinmesine yardım ediyordu. Bazen başımı sallamakta iyi geliyordu. Sürekli yeni şeyler deneyip acımı neyin dindirdiğini bulmam gerekiyordu.
Parmak uçlarımı bazı şeylere sürüp çekerek veya avucumu bir şeye dayayıp, ürpertin önce fazlalaşmasını sonra bir noktaya ulaşıp orada azalmasını hissettiren zorunlu ritüellergeliştirmeye başlamıştım. Sanki ürpertinin frekansını artınca, algılama gücümün dışına çıkıyordu.
Eğik şeyleri ellemek istiyordum. Önünden geçtiğim her kapının koluna dokunuyordum. İşaret parmağımın ucuyla kapı kolunun tam o büküldüğü yere dokunuyordum. Hoş bir duyguydu. Elimle tırabzanın orta yerine kadar geliyor , orada duruyor ve bükülmüş olan kısmına dokunarak ileri geri avucumu sürtüyordum. Bunu merdivenden her inip çıktığımda yapıyor, hepte aynı yere avucumu sürüyordum. Omurgamdaki acıyı dindirebilmek için böyle yapmak zorundaydım. İnerken tırabzanın alt kısmına gelince tırabzanın ucundaki yuvarlak kısma da tırnaklarımı sürüyordum. Aynı dişlerim gibi tırnaklarımda çok hisliydi , hatta ilginç bir şekilde saçlarımda bile is vardı.
Omurgamı sakinleştirmek için birde şişelerin dibindekini yukarıya çekik, yuvarlak formu parmak uçlarımla yokluyordum. Bütün şişeleri, bir tanesini dahi kaçırmadan yoklamalıydım. Hepsine dokunamazsam mükemmel olamıyordu; oysa ben her şeyin mükemmel, tam ve bitmiş olmasını istiyordum. Bir gün sona ermeliydi. Artık bitmeliydi. O iyice kötü hal biraz geçmeye başlamıştı. Evet bu sonsuzluğu dindirmek, bende sabit bir fikirdi. Benim bütün enerjimi ve dikkatimi yiyip bitiren bu ürperti için gücüm kalmamıştı; ama bunu nasıl çıkarıp atacağımı bilemiyordum.
ONLARI BİRAZ DAHA ANLAMAK DİLEGİYLE….
ÜLGER YAMAN